Haluk Yurtsever: Acı verici, farklı yollara gidebilecek kaotik bir süreçten geçiyoruz.
Haluk Yurtsever’in Kasım 2021’de yayımlanan, kapitalizmin teorik ve tarihsel sonları üzerine yazdığı ‘Medeniyet Dönüşü’ kitabının devamı, Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk’ta yeni bir medeniyetin maddi önkoşullarına ve olanaklarına odaklanıyor, günümüz toplumunda oluşuyorlar. Kitabın yazımının 5 yıl sürdüğünü belirten Yurtsever, “Bu iki kitapta zamanında sorular sormaya ve olası cevapları okuyucuyla tartışmaya çalıştım.”
Sorularımızı yanıtlayan Yurtsever, 14-28 Mayıs 2023’le birlikte bir dönemin kapandığını, son yıllarda sık sık yapılan seçimlerden vatandaşların çok yorulduğunu vurgulayarak, “AKP dışındaki tüm düzen partileri ruhsal bir kargaşa ve dağılma içinde. Günümüz Türkiye’sinde ‘eskisi gibi’ devam etmek de sosyalistlerin ve Kürtlerin işidir.” “Mümkün değil. Farklı yollara gidebilecek sancılı, kaotik bir süreçten geçiyoruz” dedi.
‘Medeniyetin Dönüşü’ ve ‘Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk’ aslında tek kitap olarak planlanan ancak birbirini tamamlayan iki eser. Kitap yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Yazma süreci nasıl gelişti? Bu dönemde Türkiye’de ve dünyada yaşanan olayların kitaplara etkisi nasıl oldu?
20 yaşından bu yana dünyayı değiştirmek isteyenlerin yanında yer alan 68 kuşaktan biri olarak ‘neden?’ diye merak ediyorum. Dünyanın değişmeyi en çok hak ettiği bir dönemde neden tarihsel inisiyatifi elimizde tutmuyoruz diye sordum. Yirminci yüzyıla damgasını vuran, kapitalist düzene meydan okuyan, cesur deneylere girişen proleter, komünist ve devrimci hareketlerimiz bugün neden bu kadar etkisiz kalıyor? Çağın sürekli değişen gerçekliğini yeniden anlamak ve yeni yollar açmak için neler yapılmalı? Üretici güçler, üretim ve mülkiyet çıkarları, sermaye birikim rejimleri, bilim ve teknoloji ile sınıfların bileşimi ve ortak konumlarındaki değişim ve geçişleri nasıl anlamalı ve bunlara nasıl yanıt vermeliyiz? Programlarımızı, siyasi tarzımızı, örgütlenme ve çaba biçim ve araçlarımızı nasıl yenileyebilir, hedefe ve yola yakınlaştıran bir kültürleşme hareketini nasıl geliştirebiliriz? Daha onlarca kritik soru. Bu iki kitapta zamanında sorular sordum ve olası cevapları okuyucuyla tartışmaya çalıştım.
Yazma süreci bazen dik bir yokuşu tırmanmak kadar yavaş ve zahmetli, bazen de coşkulu ve hızlıydı. Sadece kitabı yazmak 5 yıl sürdü.
Türkiye’de ve dünyada yaşananlar tüm yazım sürecini birinci dereceden etkiledi. Anlamak ve yorumlamak için her aşamada yeniden araştırmak ve araştırmak gerekiyordu.
‘NÜKLEER SAVAŞ TEHLİKESİ İNSANLIĞIN ÜZERİNDE’
Medeniyet Dönüşü’nde ‘Sermaye medeniyetinin yol ayrımındayız. ‘İnsanlık ya devrimci bir sarsıntıyla ileriye sıçrayacak, ya da bilim kurgu distopyalarında tasvir edilen barbarlık çağlarına döneceğiz’ diyorsunuz. Bugünden baktığınızda hangisi daha olası görünüyor?
Marksizm bir kehanet sanatı değildir. Toplumsal süreçlerde neyin, ne zaman, nasıl olacağını önceden bilemeyiz. Tarihin ve toplumun hareketli unsurlarını eğilimler olarak ayırmak mümkündür: Dünya, bilinçli insan eylemiyle kavranabilir ve değiştirilebilir!
Nereden baktığınıza bağlı olarak aynı soruya farklı cevaplar verilebilir. Kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu çok somut, açık ve çok taraflı krize bakıldığında, sistemin bir sınırda, sürdürülemez bir eşikte olduğu görülüyor. Yeni, eşitlikçi, sosyalist bir dünyanın maddi ve manevi önkoşulları ve fırsatları ‘eski’ dünya içinde şekilleniyor. Bu nedenle sallanma ve zıplama mümkündür. Öte yandan sistem, ömrünü uzatmak için ırkçılığın, dindarlığın/mezhepçiliğin klasik silahlarının yanı sıra, açık şiddet ve baskı araçlarını da benimsiyor. Ellerinde büyük bir yıkıcı güç var. Nükleer savaş tehlikesi insanlığın zirvesindedir. Buradan sonra ‘barbarlık’ olasılıklardan biri olmaya devam ediyor.
Mesela sadece nükleer savaş tehlikesi değil, kapitalizmin içinde saatli bomba gibi çalışan göç sorunu da var. Milyonlarca insan daha iyi bir yaşam hayaliyle zengin ülkelere göç ediyor. Kapitalist metropollerde yabancı düşmanlığı ve ucuz emekten yararlanma refleksi bir arada gelişir. İklim kriziyle birlikte ‘barbarların göçü’ de günümüzün distopik senaryoları arasında yer alıyor.
Gramsci, zihnin karamsar, iradenin ise iyimser olduğunu yazmıştır. Olasılıklardan birinin ‘hangisi olacak?’ olduğunu düşünüyorum. Papatya anlatmak yerine, durumun ciddiyetini gösteren soğukkanlılıkla düşünür ve ‘Ne yapabiliriz, olayların gidişatını bu yöne çevirmek için ne yapabiliriz?’ diye sorarız. Sorulan vasiyetin gösterdiği şekilde hareket etmek gerekir.
‘Küresel ısınma ve iklim krizi artık ‘yakın felaketler’ değil, her geçen gün kendini daha güçlü hissettiren günlük hayatımızın bir gerçeğidir’ diyorsunuz. İnsanlık bu gerçeğin farkında mı? Sermaye uygarlığının sonucu dediğiniz ‘ekolojik kriz’ karşısında dünya ne yapmalı?
Ekolojik yıkımın ve iklim krizinin pratik sonuçları artık herkesi etkiliyor. Ekolojik farkındalık ve duyarlılıkta tüm dünyada ve ülkemizde gözle görülür bir artış var. Ne yazık ki bu, şu anda trendi durduracak büyüklükte ve etkiye sahip değil. Bu nedenle yapılması gereken ilk şey, durumun ciddiyetini ve aciliyetini toplumun en geniş kesimlerinin bilincine yaymaktır.
Evet sorunuz oldukça geçerli. ‘Dünya’ ne yapmalı? Çünkü bu sorunun varlığı ve çözümü bölgesel değil küresel! Nitekim küresel konferanslar, platformlar toplanıyor, kararlar alınıyor. Birçoğu uygulanmıyor. Kapitalizmin rekabetçi varoluş mantığı dünya çapında ortak önlem, program ve planlamanın önündeki en büyük engeldir. O zaman soruyu şu şekilde değiştirmemiz gerekiyor: Sorunun farkında olanlar ne yapmalı? Bu konuyu kitapta uzun uzun anlattım. Öncelikle sorunun asıl failini net bir şekilde tespit etmek, üretimi kar odaklı üretim ve tüketim çılgınlığının aksine ‘ihtiyaç’ ve kullanım değerleri temelinde yeniden tanımlamak, ‘hemen’ harekete geçmek Büyük kaynak israfına son vermek, bazı şeylerin yapılmasını engellemek, bazılarının yapılmasını sağlamak için militan çabalar sarf etmek. Yürütülmesi gerekiyor.
‘HER ŞEY OLABİLİR; BU HAMUR DAHA FAZLA SUYU ÇIKARIR
Rusya’nın geçen yıl 24 Şubat’ta Ukrayna’ya saldırmasıyla başlayan savaşı, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki en önemli tarihi olay olarak değerlendiriyorsunuz. İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları Ekim ayından bu yana devam ediyor. Avrupa ve Ortadoğu’daki bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Ne gibi sonuçlar doğuracak?
Günümüz jeopolitiğinin iki kutbu Amerika Birleşik Devletleri ve Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Küresel kapitalizmin ekonomi politiği, sonuna gelmiş bir sistemin yapısal krizi tarafından belirleniyor. Kapitalizm krizdeki bir sistemdir. Krizlere karşı şu ana kadar buldukları en etkili çözüm ‘yaratıcı yıkım’. Yaratıcı yıkımın en etkili aracı savaştır. Bu bağlamda yeni tür bir dünya savaşı tehlikesi büyüyor. Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünyada bölgesel savaşlar ve vekalet savaşları devam ediyor.
İki gözlem yapabiliriz. Birincisi, Gazze savaşı, stratejik tercihini güçlerini Pasifik’te yoğunlaştırmak olarak belirleyen ABD’yi Ortadoğu’ya geri çekti. İkincisi, ne ABD ve müttefiklerinin ne de Çin-Rusya-İran tarafının doğrudan bir çatışmaya hazır ve istekli olmadığı ortaya çıktı. Savaşın bölgeye yayılma ihtimali ise gündemden düşmedi.
İsrail terör devleti, ABD ve Batı’nın desteğiyle Filistin halkına terör ve soykırım uygulamakta, Filistin topraklarının tamamını ele geçirmek istemektedir. Avrupa, ‘insan hakları’, ‘uluslararası hukuk’, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ vb. kavram ve değerler açısından başarısız oldu. Dünya siyasetindeki ağırlığını kaybetmiştir.
Filistin sadece Cihatçı Hamas değil, İsrail de sadece Siyonist dini fanatikler değil. Filistin ve İsrail’deki inisiyatifin dini fetişleri ve kutsallıkları savunan, kendilerine aykırı olanı yok etmeyi ‘hak’ ve kutsal ‘görev’ olarak gören güçlerin eline geçmesi, krizin ağırlaşmasında önemli rol oynuyor. sorun bu ölçüde. Bu sürecin ne gibi sonuçlar doğuracağı sorunuza gelince, Ortadoğu’nun bilgili çerçevesi ve son derece değişken ve istikrarsız istikrarı nedeniyle kısaca özetlemeye çalıştım: ‘Her şey olabilir; Ben de “Bu hamur daha çok su tutar” diye cevap vereceğim.
‘Önümüzdeki dönemde sınıflar arası mücadelenin tüm dünyada, daha belirgin olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde öne çıkacağına dair işaretler giderek artıyor’ diye yazmıştınız. Bu belirtiler nelerdir?
Öncelikle tam tersi belirtilere dikkat çekmek istiyorum. Örneğin ABD’de Trump’ın yükselişinde ve Avrupa’da sağcı milliyetçi hareketlerin yükselişinde ilk bakışta görünmeyen sınıfsal yönelimi görmek gerekiyor. Evet bunlar bildiğimiz ırkçı, milliyetçi, kadın düşmanı ve yabancı düşmanı hareketler. Ama diğer yandan sol/sosyalist hareketlerin bıraktığı büyük boşlukta neoliberal sermaye birikim uygulamalarının işçi sınıfının yaşam koşulları üzerindeki yıkıcı etkilerinden yararlanarak kitlesel bir taban kazanıyorlar. Trump’ın ‘Önce Amerika’ programı Amerikalı işçilerin ilgisini çekecek unsurlar içeriyor. Fransa’da Le Pen’in ve Almanya’da neo-Nazi partisinin programlarında, başta dolaylı vergiler, emeklilik yaşı ve konut kira fiyatları olmak üzere düşük gelirlilerden toplanan vergilerin düşürülmesi yönünde net sınıfsal talepler var.
İkincisi, dünya genelinde zenginlik ve gelir farklılaşması giderek tüm ülkeleri kesen bir nitelik kazanıyor. Aralarındaki büyük servet farkına rağmen, örneğin Amerika ve Hindistan’ın en zenginleri ve en fakirleri birbirine yaklaşıyor. Bu, açık bir nesnellikle, işçilerin geçim sorunları açısından sınıfçılığın ‘milliyet’ten önce geldiği anlamına gelir. İşçilerin kendi ülkelerinin ya da başka bir devletin yanında yer alarak ekonomik sınıfsal konumlarını geliştirme fırsatları yoktur. Tek çıkış yolu sınıf birliği ve dayanışmasıdır.
Üçüncüsü, refah devletini yeniden canlandırmayı vaat eden ‘ekonomik milliyetçi/ulus-devletçi’ veya yeni sosyal demokrat eğilimler, kapitalizmin ‘yeni normal’indeki sınıf çelişkilerini yumuşatacak araç ve kapasiteden yoksundur. Çok somut ve yeni bir örnek vermek gerekirse, devletler eskisinden farklı olarak büyük sermayeden giderek daha az vergi toplayabiliyor ve bu en güçlü kesimden daha fazla borç alarak çarkları döndürüyor. ‘Borç krizi’nin dinamiklerinden biri de bu. Bu durum yöneticiler açısından da sınıfçılığın ön planda olduğunu göstermektedir.
Bu soruya daha kapsamlı bir cevap için, ilgilenen okuyucuya kitaptaki ‘ikincil sömürü biçimleri’ ve tabakalaşma ve çeşitlenmeyle büyüyen ‘toplumsal proletarya’ kesimlerine bakmasını öneririm.
‘SOSYALİSTLERİN VE KÜRTLERİN ‘TEMELLİ’ OLARAK DEVAM ETMESİ MÜMKÜN DEĞİL
14-28 Mayıs seçimlerini değerlendirdiğiniz bölümde, ‘Toplumların tarihinde seçimlerle büyük bir değişiklik yaşanmadığı gibi, seçimlerle elde edilen hiçbir ilerici kazanım da kalıcı olmamıştır. “Halkın siyaset, direniş ve devrim haklarını kullanmadığı koşullarda seçimler düzen oyuncağı işlevi görüyor” diyorsunuz. Türkiye’deki seçim sistemi dikkate alındığında ne yapılmalı?
Kitapta bulgularımı soru halinde aktardınız. Bu tespitin hem tarihsel deneyimlerle hem de güncel gelişmelerle doğrulandığını düşünüyorum.
Türkiye’ye gelince. Askeri darbenin veya siyasi devrimin gerçek bir seçenek gibi görünmediği günümüz koşullarında, Türkiye’de resmi olarak devlet iktidarını kimin kullanacağı seçimler ve oylarla belirlenmektedir. Vatandaşlar oy vermeyi siyasete katılmanın tek yolu olarak görüyor. Bana göre Türkiye’nin yıllardır dünyada seçime katılımı en yüksek ülkelerden biri olmasının nedenlerinden biri de budur.
Öte yandan 14-28 Mayıs 2023 arasında bir dönemin kapandığını düşünüyorum. Son yıllarda sık sık yapılan seçimler vatandaşları yordu. Seçimle birlikte durumun değişeceği umudu toplumun geniş kesimleri nezdinde büyük zarar gördü. AKP’nin ihtiyaçlarına göre sürekli değişen seçim sistemi, seçim sahtekarlığı ve manipülasyonu, örgütlü partilerdeki ilkesiz, niteliksiz ve aslında siyasetten uzak gidişat, bıkkınlığı ve moral bozukluğunu daha da artırdı. Şimdilik AKP dışındaki tüm sistem partileri zihinsel bir kargaşa ve dağılma içerisinde. Günümüz Türkiye’sinde sosyalistlerin ve Kürtlerin ‘eskisi gibi’ devam etmesi mümkün değil. Farklı yollara gidebilecek sancılı, kaotik bir süreçten geçiyoruz.
Kanımca, seçim ve oy verme mekanizmalarını siyasi açıdan yersiz ve değersiz görmeyen, toplumsal proletaryayı ve her ulustan ve cinsiyetten işçilerin doğrudan demokratik kitle hareketini temel sorunun çözümü olarak gören ve işaret eden bir siyasi tutuma ihtiyaç vardır. sorunlar.
‘REJİM ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEME SAVAŞ TAMBULLARIYLA KARŞILAŞMAYA HAZIRLANIYOR’
Erdoğan’ın bir sonraki seçime kadar Türkiye’yi istikrarlı bir sistemle yönetmesinin mümkün olmadığını söylüyorsunuz. Erdoğan anayasa değişikliğine hazırlanıyor ve önümüzde yerel seçimler var. Türkiye’yi nasıl bir durum bekliyor?
Anlatım kolaylığı açısından ‘iç’ ve ‘dış’ diye ayırdığımız, örtüşen dinamiklerin kesiştiği noktada Türkiye’yi sıkıntılı, zor günler bekliyor. Savaş, ‘terör’, ‘dağıtım şoku’, kâr paylaşımı kargaşası, deprem vb. Bunlar bu zorlu dönemin olası gündem maddeleridir. Emek-sermaye, zengin-fakir çelişkilerini hafifletme fırsatlarını tüketen, Kürt meselesini ‘terör’ kavramıyla özdeşleştiren rejim, önümüzdeki zorlu dönemi çıplak şiddetle, demir yumrukla karşılamaya hazırlanıyor. ve savaş davulları. Erdoğan, büyük ve artık ‘küresel’ sermayenin bu topraklardaki emperyalist/yayılmacı arzularının temsilcisidir. Silah sanayinde son yıllarda kaydedilen ilerlemeyi göz ardı edemeyiz. Türkiye yüksek teknolojiye sahip ağır silahlar üretiyor ve ihraç ediyor. Silahlanma, sınır ötesi askeri operasyonlar ile ‘Türkiye yüzyılı’, ‘Milli Misak’ın güncellenmesi’, ‘mavi vatan’ vb. slogan ve telaffuzlar arasında kesin bir nedensellik vardır. Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin gerçekleştirdiği 3 Ocak darbesi, demir yumrukla iktidara ve savaşa doğru çok önemli bir adımdır. Zaten darbeyi anayasa değişikliğini ‘haklı çıkarmak’ için gerekçe olarak kullanmaya başladılar. Anayasa değişikliği aynı zamanda zor gündemi önemsizleştirme amacına da hizmet ediyor. ‘Sivil anayasa’ paketiyle yeni anayasayı ‘ailenin ve dini değerlerin korunması’ ve ‘terörle mücadelede beka’ etrafında kutuplaşmaya konu etmeye çalışacaklar. Laikliğin ve toplumsal cinsiyet kazanımlarının son kalıntılarını da temizleyecek bir anayasa operasyonuna hazırlanıyorlar. Saray bürokrasisi içindeki fantastik ve pervasız ‘şefe göre hukuk’ teorisyenleri, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin tartışmasız en gerici parlamentosu olan günümüz parlamentosunun ‘temsilci seçmen’ niteliğine sahip olduğunu şimdiden tartışmaya başlamışlardır. ‘temel bileşen’ değilse bile. Bu saldırıyı parlamentoda muhalefetle ya da anayasa hukuku tartışmalarıyla püskürtmenin yolu yok. Hem bu dayatmanın kendisini hem de tartışmasını hem üslup hem de temelde dinamik bir şekilde reddetmek gerekiyor.